Uzun zaman sonra kafama esti, oturdum ve ciddi anlamda içimi dökmeliyim eskiden yaptığım gibi dedim. Sonrası geldi zaten görüldüğü gibi, güzel dertleşme havasında geçen bir yazı oldu arkadaşlar umarım kendinize pay çıkartırsınız, ufaktan giriş yapıyorum;
Belirli zamanlar vardır şu hayatta, o zamanlarda boş hissedersin ve zamansızlaştırırsın her şeyi. Her şey mantıksız gelir benliğine, ve işte o zaman sorgulamaya başlarsın her şeyi. Bir bir sorular sorar, cevaplar ararsın, Dünyada ki adaletsizliğe söversin anlamsızca, bir çıkış yolu ararsın.
Düşünmekten başka ne vardır elinde pek bilinmez, ama yapabileceğin şeyler vardır elbet şu hayatta...
İçindeki benlikleri bir rakı masasına oturtursun ve usulca anlatmaya başlarsın derdini.Dertler anlat anlat bitmez, sohbet uzar gider. Ne olur biliyor musun?
Yorulursun...
Yaşadıkların gözünün önüne geldikçe, yaşamın devam ettiği gerçeğini düşündükçe yorulursun...
Onun silueti aklına gelir birden, göğsüne bir ağırlık çöker ve bu ağırlık yaşanmışlıkların işaretidir aslında. Boşluk demiştik ya, o boşluk aşksızlığın yarattığı boşluktur ve seni yer bitirir. Umutsuzluğun dibini yaşar, her şeyin bitmesi için yalvarmaya başlarsın...
Aklın unut der, vicdanın dön.
Dudakların olmaz der, kalbin gitme..
İşte böyle bir şeydir gönlün istemediğini aklın yapması. Yüreğin önüne mantığın geçmesi... Sohbet koyulaştıkça koyulaşır, kendini yeni sorularla karşı karşıya bulursun istemeden. Sorular benliğini sarhoş etmeye başlar afallarsın, ne düşündüğünü bilemezsin. Aklına şu takılır ;
Peki O kişi seni, senin onu sevdiğin kadar sevmiş midir?
Şüpheli.
Sorular sorular...
Gerçekçi ben dedi ki;
''Sevdin de ne oldu lan? Eline ne geçti özlenecek hatıralardan başka? Her düşündüğünde içinin burkulduğu anıları kim ister?
Şizofren atıldı birden sohbete;
''Sen Onu seviyorken o da seni seviyordu, ben biliyorum. Neden her mutlu şeyin bir sonu olmalı ki şu hayatta ya? Anlamlandıramadığım için bir şey de diyemiyorum ben kardeşim...''
Romantik ben ise derinlerdeydi,duygusuzluğun verdiği acıdan olmalıydı ki konuşamıyordu.
Aklında Yılmaz Erdoğan'ın Hepsi bu kadar adlı şiirinden bir kare vardı;
''Bir aşka yetecek kadar
Ve anımsatacak kadar
Sebepsiz bir ölümü,
Acılarımız
Ve kafiyelerimiz var...
İşte hepsi bu kadar...,,
Uzun bir sessizlik... Konuşulanların bir değerlendirilmesi yapılıyor benliklerde, vicdan demlenmeye devam ediyor...
Sessizliği başlarda konuşamayan Romantik ben bozuyor;
''Bilmiyorum, tek cevap bu, bilmiyorum...''
İşte bilmiyorumun hikayesi başlar burada. Yaşanmışlıklar, alışkanlıklar yerini, bilmiyoruma bırakır. Neyi bileceksin ki zaten? Hiçbir şey bilmezken mutlusundur şu hayatta. O yüzdendir Romantik benin bilmemesi...
Romantik ben devam eder;
''Korkuyorsun.
Her şeyin tekrar yaşanmasından, yine sevmekten, yine aşık olmaktan, yine bağlanmaktan korkuyorsun. Kim korkmaz ki? Mutlu başlangıçların mutsuz sonunun olduğu bir düzenden?''
Masada alınan ortak karar, mutluluğun da bir sonunun olduğu ve korkunun hayatımızda çok şeyi tetiklediği gerçeğiydi ama bu sefer tetikleyici değil, eylemsizleştirici oldu bana...
''Korkun bilmediğinden değil mi? Ne yaptığını, ne yapıyor olduğunu ve ne yapacağını bilmediğinden.''
Şizofren korkunun nedenini kendince söyledi, farklı bir bakış açısı...
Benliğimizle yüzleşmek gerekir bazen. İçimizdekileri olduğu gibi oturtup bir sofraya anlatmalarını dinlemek gerekir. Bazen sorular, bazen cevaplar donatır bu sofrayı, sorular rakı olur bardakta içilir yudum yudum, cevaplar beyaz peynir misali tat katar geceye...
Bilmemek, korkmak dedik ya, işte önce bir dinle kalbinin sesini, sonra duymaz, görmez, bilmezsin...
-Daha sonra dalgaların kıyıya neler getireceğini kim bilebilir ki...?